Bu sayfanın sorumlu redaktörleri: Dr.Aydın sayılan, Feridun Yılmaz & Cevdet Maraş
Bu site için editöryal gönderilerinizi lütfen serbest@fikiratolyesi.de adresine gönderiniz.
MÜKERRER 9
Cumhuriyet Halk Partisi genel başkanı, bugün Ankara’da kentin tam ortasındaki Sıhhıye pazarındaydı. Çok iyi bir iş yaptı. Yurttaşlar, pazar esnafı, alışveriş derdinde olanlar hep şikayet ettiler. Genel Başkan Özel sabırla dinledi ve umut verdi; yalnız, bir işi unuttu; seçimde kime oy verdin yurttaş diye, sormayı atladı. Sormalıydı, sorsaydı yurttaşlar bi’ daha düşünürdü. Şu eski yazıyı da ekleyeyim, çok uzatmayayım.
CHP GENEL BAŞKANI KİMDİR?
CHP genel başkanı, bulunduğu makamın Türkiye’nin ve dünyanın en önemli makamlarından biri olduğunu bilir. Ağır bir sorumluluk taşıdığının farkındadır. Solcudur, sosyal demokrattır. Gerçek demokrasinin parti içi demokrasiyle kurulabileceğine inanır.
Ağırbaşlıdır. Tok sesle konuşur, asla bağırmaz. Şakacı ve nüktedandır, hicveder ama asla hakaret etmez. Çok konuşmaz, öz konuşur. Konuşmalarında kişi adı pek anmaz, kişileri değil yanlış düşünce ve işleri eleştirir, işin doğrusunu söyler, yol gösterir. Her toplantıda hep kendi konuşmaz, merkez ve taşra yöneticilerinin konuşmalarını dinler. Aynı yerde, aynı günün aynı saatinde sıradan konuşmalar yapmaz; sıra dışı olur. Yalnızca konuşmaz, yazar da.
Başka partilerin kaçkınlarına genel merkezde görev vermez. İşi uzmanına danışır, danışacağı uzmanları kendi belirler. Milletvekillerini ve parti yöneticilerini denetler, çalışmalarını gözlemler. Maiyeti kalabalık olmaz; konuşurken çevresinde, arkasında kimseyi bulundurmaz.
Sendikalarla meslek örgütleriyle sık görüşür. Halkla iç içedir, yurdu gezer, kentlerin meydanlarında yürür, özellikle Ankara’nın Kızılay ve Ulus Meydanı’na sık uğrar. Marketlerden, semt pazarlarından alışveriş yapar. Konsere, tiyatroya, sinemaya gider. Gösterişsiz ama iyi giyinir. Bedeni fittir.
Aydındır, düşünürdür. Atatürk’ün Söylev’ini, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri’ni kesinlikle okumuştur. Şevket Süreyya Aydemir’in Tek Adam’ını İkinci Adam’ını, Doğan Avcıoğlu’nun Milli Kurtuluş Tarihi’ni, Oral Sander’in Siyasi Tarih’ini, Ahmet Taner Kışlalı’nın Siyasal Sistemler’ini, Sina Akşin’in Kısa Türkiye Tarihi’ni, Adam Smith’in Ulusların Zenginliği’ni, Sadun Aren’in Ekonomi El Kitabı’nı, Georges Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri’ni, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yabanı’nı, Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’nı, İlhan Selçuk’un Yüzbaşı Selahattin’in Romanı’nı, George Orwell’in Hayvan Çiftliği’ni okumuştur.
Cumhuriyet Halk Partisinin genel başkanı işte böyle biridir.
Ömer Ercan
Beş kişiydiler..
Beş farklı insan..
Biri öğrenci, biri patron, biri gazeteci, biri kaymakam, biri asker..
Oktay Engin, Mithat Perin, Gökşen Sipahioğlu, Hayretttin Nakipoğlu ve Sabri Yirmibeşoğlu..
61 yıl önce kaderleri ortak bir noktada buluştu.
1955 yılının 6-7 Eylül'ünden sonra hayatları birden bire değişti.
*. *. *
Yıl 1955 idi..
5 Eylül'ü 6 Eylül'e bağlayan gece..
Selanik'te Atatürk'ün evi bombalandı..
Türkiye olayı TRT Radyo'nun öğlen 13.00 haber bülteninden duydu..
Ardından İstanbul Ekspress Gazetesi "Yıldırım Baskı" yaptı..
Normalde 20 bin satan gazete o gün tam 290 bin adet basılmıştı.
Özellikle Rumlar'ın yoğun olduğu semtlerde dağıtıldı..
İstanbul Ekspress tam sayfa verdiği haberde "Atamızın evi bombayla hasara uğradı" başlığını kullandı..
Gazete bombayı Yunanlılar'ın attığını yazıyordu..
İşte ne olduysa bundan sonra oldu..
Ülkede "Rum Avı" başladı.
Başta İstanbul olmak ùzere sahil kentlerindeki Rumlar'ın işyerleri ve evleri talan edildi...
15 Rum öldürüldü, 300 kişi yaralandı..
30'dan fazla kadına tecavüz edildi..
4214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile fabrika, otel, bar gibi 5317 mekan talan edildi..
Kiliselerin içindeki kutsal resimler, haçlar, ikonalar ve diğer kutsal eşyalar tahrip edildi..
İstanbul'da bulunan 73 Rum Ortodoks kilisesinin tamamı ateşe verildi.
Rum ,Yahudi ve Ermeni mezarlıkları saldırıya uğradı..
İki gün süren yağma, talan ve linçten sonra sıkıyönetim ilan edildi..
Türkiye'deki tüm gazeteler olayda "Yunan kışkırtması" olduğunu ve Yunanlılar'ın Atatürk'ün evinin bombalayarak halkı tahrik ettiğini yazdı..
*. *. *
Yunanistan hükümeti olayın aydınlanması için hemen soruşturma başlattı..
Öncelikle Atatürk'ün evinde hiçbir hasar yoktu..
Atılan bir ses bombasıydı..
Üstelik görgü tanıkları vardı..
Yunan makamlarına göre Atatürk'ün evini iki Türk, konsolosluk görevlisi Hasan Uçar ile üniversite öğrencisi Oktay Engin bombalamıştı.
Hasan Uçar yardım etmiş, Oktay Engin bombayı atmıştı
İkisi de hemen tutuklandı..
Bombacı Oktay Engin 21 yaşında ve Batı Trakya Türklerindendi.
Türkiye'nin verdiği bursla Selanik'te hukuk fakültesinde okuyordu..
Bir süre sorgulandıktan sonra tutuksuz yargılanmak ùzere serbest bırakıldı..
Yunanistan dışına çıkması yasaktı ama nasıl olduysa Türkiye'ye kaçtı..
Yargılaması bittiğinde 3 yıl 6 ay hapis cezası aldı..
Yunanistan cezasını çekmesi için Oktay Engin'in hemen iadesini istedi..
Türkiye vermedi..
*. *. *
Oktay Engin Türkiye'ye geldikten sonra elini kolunu sallayarak dolaştı..
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ikinci sınıftan eğitimine devam etti..
Üniversiteye kayıt yaptırırken, Selanik'de eğitim gördüğüne dair geçerli belge getirmesi gerekiyordu..
Nedense ondan istenmedi.
Okurken İstanbul Belediyesi'nde maaşa bağlandı..
Mezun olunca kaymakamlık sınavını kazandı..
Çankaya kaymakamı oldu..
Ancak dönemin emniyet müdürü tarafından özel olarak istendi ve Emniyet Genel Müdürlüğü Siyasi İşler Müdürlüğü'ne atandı..
Eşi benzeri görülmemiş, inanılmaz bir terfiydi bu..
Bu göreve gelmek için en az 15 yıllık bir tecrübe gerekiyordu..
Acemi kaymakam Oktay Engin basamakları ikişer üçer çıkıyordu..
Sanki birileri "Yürü ya Oktay" demişti..
Ardından vali oldu..
Nevşehir Valisi..
Atatürk'ün Selanik'teki evini bombalayan adam artık bir Türkiye Cumhuriyeti valisiydi..
*. *. *
Ya diğerleri..
Oktay Engin'i hiç bir tecrübesi olmamasına ragmen siyasi şubenin başına getiren kişi Emniyet Genel Müdürü Hayrettin Nakipoğlu idi..
İlginçtir..
Hayrettin Nakipoğlu 6-7 Eylül olaylarının olduğu gün Beyoğlu kaymakamıydı..
Emniyet Müdürlüğü'nün ardından Adalet Partisi Kayseri Milletvekili oldu ve 1970 yılında İmar İskan Bakanlığı yaptı..
*. *. *
O gün "Atamızın evi bombalandı" manşetiyle yıldırım baskı yapan ve Rumlar'ın yoğun olduğu semtlerde dağıtılan İstanbul Ekspress gazetesininin sahibi Mithat Perin'di.
Olaylardan kısa bir süre sonra Demokrat Partiden İstanbul Milletvekili oldu..
Daha sonra Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Başkanlığı, Türk Hava Yolları Yönetim Kurulu Üyeliği, İstanbul ve İzmir Gazeteciler Cemiyetlerinin başkanlığını yaptı..
*. *. *
İstanbul Ekspress Gazetesi'nin o dönem ki Genel Yayın Yönetmeni ise Gökşin Sipahioğlu'ydu..
Yıldırım baskıyı hazırlayan kişiydi..
1960'larda SIPA Press'i kurdu..
Askeri kriz yaşanan ve kimsenin girmeyi cesaret edemediği ülkelere girdi..
Bu ülkelerden dünya medyasına fotoğraflar geçerek tanındı..
1969'da SIPA Press dünyanın en büyük fotoğraf ajansı seçildi.
SIPA Press olay çıkacak ülkelere daha önceden muhabir göndermesiyle ünlendi..
O dönem Sipahioğlu'nun MİT'in Avrupa'daki önemli kaynaklarından birisi olduğu iddia edildi.
Yıllar sonra patronu Mithat Perin, 6-7 Eylül'de Milli İstihbarat Teşkilatı'nın Gökşin Sipahioğlu'nu kullandığını itiraf etti..
*. *. *
Beşinci kişi Sabri Yirmibeşoğlu..
6-7 Eylül'de Özel Harp Dairesi'nde (Seferberlik Tetkik Kurulu) görevliydi..
Sonra Özel Harp Dairesi'nin Başkanı oldu..
1974 yılında Kıbrıs'ta Özel Harp Dairesi'nin sivil direnişi örgütleyen lideri olarak nam saldı..
Sabri Yirmibeşoğlu'nun yıllar sonra "6-7 Eylül bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı." demişti.
23 Eylül 2010 tarihinde Habertürk gazetesine ise şunları söylemişti.
"Eğer bir yerde halkın galeyana gelmesini bir mukavemet hareketini göstermesini arzu ederseniz sizin saygın değerlerinize düşmanın, karşı tarafın bir şey yaptığını, küçültücü hareket yaptığını gösterirseniz, halkı galeyana getirirsiniz. Özel Harp'te bir kural vardır; halkın mukavemetini artırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Bir cami yakılır. Kıbrıs'ta cami yaktık biz. Cami yakılır mesela."
*. *. *
Beş kişiydiler..
Beş farklı insan..
Biri öğrenci, biri patron, biri gazeteci, biri kaymakam, biri asker..
Oktay Engin, Mithat Perin, Gökşen Sipahioğlu, Hayretttin Nakipoğlu ve Sabri Yirmibeşoğlu..
61 yıl önce kaderleri ortak bir noktada buluştu.
1955 yılının 6-7 Eylül'ünden sonra hayatları birden bire değişti..
Sanki Allah hepsine "yürü ya kulum" demişti..
Casus filmi senaryosu gibi değil mi?.
Casus filmi demişken..
6-7 Eylül olaylarının olduğu günler İngiliz Sunday Times Gazetesi'nin muhabiri de İstanbul'daydı..
Hem de İstiklal Caddesi'nde..
Olayların tam ortasında..
Üstelik Atatürk'ün evinin bombalandığı Selanik'ten yeni gelmişti..
Kimdi o biliyor musunuz?..
Ian Fleming..
"007 James Bond" karakterini yaratan dünyaca ünlü yazar..
Ve İngiliz istihbarat örgütü MI6'ın ajanı..
Herkese iyi haftalar dilerim..
(Sedat Kaya, Datça)©️
#1955EylülOlayları
#Septembriana
#Σεπτεμβριανά
#1955EylülOlayları
Kadin Cinayetleri
Kadın Cinayetleri: Sessizliğe Tahammül Edilemez
Dünya genelinde her yıl 81.000 kadın, erkek şiddetinin kurbanı oluyor. Üstelik bunların 47.000’i, en yakınları tarafından, yani bir eş veya aile üyesi tarafından öldürülüyor. Bu dehşet verici rakamlar, kadınların yalnızca cinsiyetleri nedeniyle yaşam haklarının ellerinden alındığını açıkça gözler önüne seriyor.
Almanya’daki tablo da ne yazık ki daha iç açıcı değil. 2023 yılı verilerine göre, 938 kadın ve kız çocuğu ya bir cinayete kurban gitti ya da bu cinayetlerin hedefi oldu. Bu süreçte 360 kadın hayatını kaybetti. Yani neredeyse her gün bir kadın öldürülüyor. Ayrıca, eş şiddetine maruz kalan kadınların sayısı ise her gün 400’ü buluyor.
Demokrat ve sol düşünceye sahip insanların en önemli görevlerinden biri, dünya üzerinde cinsiyet eşitliğini ve insan haklarını sağlamak için mücadele vermektir. Kadın cinayetlerine ve şiddete karşı sesimizi yükseltmek, yalnızca bir vicdani sorumluluk değil, aynı zamanda insanlık onurunu koruma mücadelesidir.
Kadına yönelik şiddet, yalnızca bireysel bir sorun değil, derin toplumsal yapılar ve kültürel normların sonucudur. Erkek egemen sistemlerin devamında hem ekonomik hem de ideolojik unsurların büyük payı vardır. Bu nedenle, cinsiyet eşitliği mücadelesi sadece bireysel farkındalıkla sınırlı kalamaz; eğitimden medyaya, politikadan hukuka kadar her alanda köklü dönüşümleri gerektirir.
Ayrıca, cinsiyet eşitliği yalnızca kadınların değil, erkeklerin de özgürleşmesi anlamına gelir. Geleneksel erkeklik normları, erkekleri belirli roller ve beklentilerle sınırlandırarak onları da duygusal ve toplumsal açıdan baskı altına alır. Bu yüzden, toplumsal cinsiyet eşitliği herkesin yararına olan bir dönüşümdür.
Eşitlik mücadelesi yalnızca çağrı yapmakla sınırlı kalmamalı, gündelik hayatta örnek bir duruş sergilemekle desteklenmelidir. Özellikle muhafazakâr ve ataerkil toplumlarda, bu dönüşüm empati, sabır ve kapsayıcı bir dil ile sağlanabilir. Erkek şiddetinin kökünü kazımak için birlikte, dayanışma içerisinde hareket etmek zorundayız.
Kadınların yaşam haklarının garanti altına alınması, sadece yasal düzenlemelerle değil, toplumsal bilinç ve dayanışmayla mümkün olacaktır. Erkek şiddetine karşı her alanda mücadele etmeli ve toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak için üzerimize düşeni yapmalıyız. Çünkü bu, sadece kadınların değil, tüm insanlığın geleceğini ilgilendiren bir meseledir.
Birol Keskin
Yıllar önce Radikal gazetesinde okumuştum şu sözleri:
"Arjantin'de, Buenos Aires'te bir duvardaki grafitinin üzerinde şöyle yazıyordu: 'Kötümserliği daha iyi bir zamana bırakalım.'
Buradaki şakayı [ironiyi ?] görüyorsunuzdur. Demek istiyor ki, o kadar ağır bir zaman ki bu, [mücadele için] kötümserliğe düşmemek gerekiyor."
(John Berger)
Dün medyanın "uyuşturucu müptelası" dediği, sosyal medyanın "satanist" yaftasını taktığı ama çizimlerinden gerçekten kriminoloji tarihine adını "zifiri karanlık" harflerle yazdırmakta olan Japon animelerinden (Psycho Pass'tan???) etkilenmiş olmasını daha muhtemel gördüğüm (belki de ikisi ve daha fazlası) bir genç (Semih Çelik), iki genç kızı doğradıktan (kendisi kasapmış bu arada) ve birinin başını kızın annesinin de olduğu seyircilere fırlattıktan sonra Kızıl Goncalar filmindeki Gül Ayşe gibi surlardan aşağı atladı.
İlk cinayetinden sonra ikinciyi nasıl işlemeye fırsat bulduğu hakikaten muamma. Elinde kasap bıçağıyla oraya kadar nasıl gitti, ikinci kurbanını nasıl razı etti surlara çıkmaya, annesini ne ara çağırdı?
Ki bu olay dünün tek "şoke edici" olayı değildi.
İki gün önce İstanbul-Beyoğlu'nda geceyarısı yolda yürüyen bir kadına cinsel saldırıda bulunan Semir T. ve Ömer K. önce serbest bırakıldı, ardından gelen tepkiler üzerine tutuklanarak cezaevine gönderildi. Elbette "o saatte sokakta dolaşırsan", "o kıyafeti giyersen", "o kadar içersen", "idam cezası şart", "şeriat olacaktı ki..." replikleriyle...
Demin Twitter'da bu haberle ilgili olarak
"Her şey politiktir" önermesini bir an için bypass edelim, yargı sistemimiz şöyle işliyor:
Ne Roma, ne Mecelle, ne "burjuva" hukuku var.
Politik (devlete ve iktidara karşı) "suçlar"da iktidar,
Adli/Adi (kişilere ve topluma karşı) suçlarda sosyal medya yönlendiriyor.
Korkunç!"
yazdım.
Ancak, şimdi başa dönüyorum, John Berger haklı. O kadar kötü bir çağdayız ki, daha kötüsünü yaşamamak için, çocuklarımızın, torunlarımızın yaşamaması için, ilenmek, beddua etmek, kötümser olmak, pesimist olmak, nihilist olmak gibi bir lüksümüz yok. Bunları daha iyi zamanlara bırakalım...😔
Görsel: Solda Psycho-Pass animesinin 6. bölümü olan 'Psikotik Prensin Dönüşü'nden Plastinasyon Cinayeti sahnesi. Sağda, Semih Çelik'in not defterinden çıkan çizim.
Ayşe Hür
Varlığıyla onur duyduğumuz Profesör Aziz Sancar, Nobel kimya ödülü kazandı, hayatı ABD'de geçmişti ama, özünden hiç ayrılmamıştı, Nobel ödülünü almak üzere İsveç'e gitti, yakasına Atatürk rozeti takmıştı, kravatının motifleri Osmanlı tuğrasıydı, “Nobel ödülünü Atatürk ve Cumhuriyet sayesinde kazandım, rol modelim Atatürk'tür, vefa borcumu ödemek üzere bu ödülümü Atatürk'e ve Cumhuriyet'i kuranlara armağan ediyorum” dedi, Nobel ödülünü Türkiye'ye getirdi, Anıtkabir'de sergilenmek üzere Genelkurmay'a teslim etti, Atatürk'ün huzurunda saygı duruşu yaptı, çiçek bıraktı, dua etti… Nobel ödülünü kazanmadan sekiz yıl önce, henüz sayın ahalimizin ABD'de Aziz Sancar diye bir gururumuz olduğundan haberi bile yokken, Türkiye'nin en prestijli ödülü, Vehbi Koç Ödülü'nü kazanmıştı, bu ödül vesilesiyle kendisine takdim edilen 100 bin doları ABD'de “Türkevi” açmak için kullandı, bu 100 bin doları, eşi ve kendisinin maddi birikimi olan 1 milyon dolara ilave etti, kendisinin de çalıştığı/yaşadığı Kuzey Karolina, Chapel Hill'de 260 metrekarelik villa satın aldı, 19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı'nı bekledi, tam 19 Mayıs 2008'de “Türkevi”ni açtı, taa 40 yıl önce ABD'ye geldiği dönemde yaşadığı barınma sıkıntısını asla unutmamıştı, Türkevi'ni bu amaçla kurmuştu, okumak için ABD'ye gelen Türk çocukları kendisinin yaşadığı sıkıntıları yaşamasın diye Türkevi'nin kapılarını açtı, Türkevi'ni hem ücretsiz yurt, hem kültür merkezi haline getirdi, ilgi duyan Amerikalılar için Türkçe kursu açtı, Türk mutfağı kursu açtı, Türkevi bünyesinde kütüphane, konferans salonu kurdu, Türkevi'ni ABD'de yaşayan Türklerin ortak adresi haline getirdi, kaynaşma, buluşma, güçbirliği noktası haline getirdi, Türk insanının ve Türkiye'nin gönüllü tanıtım merkezi haline getirdi… Aziz Sancar'ın eşi, Amerikalı, Gwen Sancar, biyokimya/biyofizik profesörü, 40 yıldır evliler, Gwen de bütün maddi birikimini, hatta ailesinden kalan mirası bile, Aziz Sancar'ın hayali olan Türkevi'ne harcıyor, Türkevi'nde kalan Türk öğrenciler “Ana Türk” diyor… Aziz Sancar, 2015 yılında Nobel kazandı, Nobel ödülüyle birlikte 325 bin dolar para ödülü verildi, Nobel'den kazandığı bu 325 bin doları da kendi cebine koymadı, tıpkı Vehbi Koç Ödülü'nde yaptığı gibi, tamamını Türkevi'ne aktardı, bilimden kazandığını bilime bağışladı, yine eşinin ve kendisinin birikimlerini ilave etti, aynı bölgede 1.5 milyon dolara sekiz bin metrekarelik arazi satın aldı, Türkevi'ni büyütmek üzere yerel yönetime başvurdu, çok daha geniş misafirhanesi olacak, master ve doktora öğrencilerine de ücretsiz yurt hizmeti verecek, ofisler olacak, bu ofisler yine ücretsiz olarak ABD'deki Türk derneklerinin kullanımına sunulacak, temelini attı, “bu ev Türklerin evi, öyle bir kültür merkezi olmasını istiyorum ki, ABD'de hiç kimse Türkiye'yi Atatürk'ü duymadım
diyemesin” dedi.
★
Peki, ömrünü Türkevi'ne adayan Aziz Sancar, New York'taki Türkevi'nin açılışında var mıydı?
Yoktu.
★
“ABD'deki en tanınmış Türk kim?” diye sorsak, Amerikalıların hepsi “Profesör Mehmet Öz” diye cevap verir.
New York'ta çalışıyor.
New York'ta yaşıyor.
Peki, New York'taki Türkevi'nin açılışında Mehmet Öz var mıydı?
Yoktu.
★
Gelmiş geçmiş en ünlü Amerikan markası Coca Cola'nın ceo'su ve yönetim kurulu başkanı olmayı başaran Muhtar Kent…
Var mıydı Türkevi'nin açılışında?
Yoktu.
★
Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'ne, Harvard Üniversitesi'ne damgalarını vuran, dünya çapındaki iktisat profesörlerimiz Daron Acemoğlu veya Dani Rodrik var mıydı? Yoktu.
★
Bu iki saygın Amerikan üniversitesine, kanser cerrahisinde çığır açarak damgasını vuran Profesör Mehmet Toner var mıydı? Yoktu.
★
Harvard Üniversitesi'nin genetik/metabolik hastalıklar bölümünü emanet ettikleri Profesör Gökhan Hotamışligil var mıydı? Yoktu.
★
Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi NASA'nın, evrende yaşam izlerini bulmak üzere kurduğu astrobiyoloji ekibine “lider” olarak seçilen, bu yönetici pozisyonuna seçilen tarihteki en genç insan olan… “Kadınlara eğitim ve fırsat eşitliği sağlayan Cumhuriyet'e borcumuz var” diyen Türk kadın profesör Betül Kaçar var mıydı? Yoktu.
★
NASA'yla ortak projeler yürüten, uzay teknolojisi şirketi Sierra Nevada Corporation'ın sahibi, Türk işkadını Eren Özmen var mıydı? Yoktu.
★
Silikon Vadisi'nin gurur duyduğumuz dehaları, Tantek Çelik, Eren Bali, Emrecan Doğan, Kerim Baran, Barış Gültekin, İsmail Sebe, Egemen Taş, Selçuk Atlı mesela, var mıydı? Yoktu.
★
Peki, kim vardı New York'taki Türkevi'nin açılışında kardeşim?
Ali Erbaş vardı.
★
Türkleri ABD'de temsil etse etse, en iyi kim temsil edermiş yani?
Ali Erbaş.
★
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” vizyonuyla, “ulemaya soralım” arasındaki hayati tercihin kaçınılmaz neticesidir bu.
Binayı yükseltince itibarı da yükselteceğini zanneden zihniyetin, olmayacak duaya aminidir.
Yayınlanma Tarihi: 05:00, 22 Eylül 2021
SALİH MUMCU
NASRALLAH’IN ÖLÜMÜ
Lübnan’da Hizbullah lideri Nasrallah, İsrail tarafından planlı bir füze saldırısı ile öldürüldü.
Ülkemizde Hizbullah denilince akla domuz bağıyla, satırlarla başta Kürtler olmak üzere muhalifleri, ayrıca Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okan ve korumalarını katletmiş kontgerilla imalatı örgüt gelir. Oysa Lübnan Hizbullah’ının ülkemizdeki bu cinayet şebekesi ile isim benzerliği dışında bir alakası yok.
Lübnan Hizbullahı, Lübnan iç savaşını fırsat bilip ülkeyi işgal eden ABD ve Avrupalı güçlere karşı direniş içinde doğan bir örgüt. 1975 yılında başlayan, 1989 yılında Taif anlaşmasıyla sonlanan Lübnan iç savaşında Şii Emel milislerini, Dürzi’leri, Filistinli örgütleri, solcuları, Sünni Müslümanları, İsrail-ABD desteğindeki sağcı Hristiyan (Maruni) falanjistleri, Müslüman Batı Beyrut ile Hıristiyan Doğu Beyrut arasında oluşan "yeşil hat"tı vb. bilmeden Hizbullah’ın iç savaş ve işgale karşı mücadele içinde doğuşu anlaşılamaz. Lübnan’da 2014 verilerine göre nüfus dağılımı şöyle: Yüzde 27 Şii ve yüzde 27 Sünni olmak üzere toplam nüfusun yüzde 54’ü Müslüman, yüzde 40,4’ü Hristiyan, yüzde 5,6’sı ise Dürzi.
İç savaşı bahane eden emperyalist güçler Lübnan’ı adım adım işgal etti. 1983 yılında, ABD Elçiliğine yapılan bir saldırı sonucu 17'si Amerikalı 63 kişi öldü. Aynı yıl içinde ABD kışlalarına yapılan saldırıda 241 Amerikalı asker öldü. Fransız Paraşüt Tugayı’nın karargâhına düzenlenen saldırıdaysa 58 Fransız askeri öldü. Hizbullah’ın işgalcilere karşı düzenlediği saldırıların da büyük etkisiyle İsrail dahil, bütün işgalci güçler tarih 1985’e geldiğinde Lübnan’dan çekildi. Hizbullah, işgalci güçlerin yenilmesinde oynadığı önemli rol ile büyük bir prestij sağladı. O zamanlara kadar Şii Emel (Umut) örgütü saflarında olan Lübnan’lı Şiiler, Hizbullah etrafında toplanmaya başladı. Ve Hizbullah, askeri(İsrail’e karşı direnişi ile) ve siyasi güçleri ile Lübnan’da meşru olarak tanınan bir örgüt olarak bugüne geldi.
2006 yılında İsrail’in Lübnan’ı tekrar işgale yeltenmesi, Hizbullah’ın sert direnişi ile karşılaşarak yenildi ve İsrail ordusu geri çekilmek zorunda kaldı.
Bu özetin ardından, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın İsrail tarafından öldürülmesi sonrası Türkiye’deki iktidar cenahından verilen tepkilere gelelim.
Erdoğan, yaptığı açıklamada Nasrallah’ın adını bile anmadan, sadece Lübnan halkının İsrail saldırılarında yaşadığı acılara dem vuran bir açıklama yaptı. Yenişafak, Akit ve dinci taife Nasrallah’ın öldürüldüğüne neredeyse sevinecek pozisyondalar. HAMAS lideri Haniye, İran ziyaretinde öldürüldüğünde Türkiye’de milli yas ilan edenler, Hizbullah lideri öldüğünde adını bile anmaktan imtina etti.
Bu durum basitçe iktidarın mezhepçiliğiyle açıklanamaz. Mezhepçilik bu durumda bir sonuçtur. Esas olan, emperyalistlerin Ortadoğu politikalarına angajmanı. Emperyalistlerin Suriye’yi parçalama politikalarında Hizbullah’ın, Suriye yönetimi yanında açıkça savaşa girmesi ve IŞİD dahil bütün cihatçı örgütlerin yenilgisinde sahada aktif rol alması Erdoğan rejimini oldukça kızdırdı. Suriye iç savaşı boyunca İsrail’in sürekli Suriye’yi bombalaması, cihatçı örgütlerin önünü açacak hamleleri, IŞİD’in İsrail’e karşı tek bir tane eylem yapmaması Ortadoğu’daki taşların yeniden nasıl dizildiğini anlatıyor. AKP’nin bu dizilimde nerede durduğu da ortada.
Hamas lideri Haniye için milli yas ilan eden Erdoğan Nasrallah'ın adını bile anmıyor. Hamas ise Hizbullah'a taziyelerini iletiyor. Marksist FHKC de taziyelerini iletiyor. Rusya saldırıyı kınıyor. İsrail, "Sayısız İsrailli’nin ve aralarında yüzlerce Amerikalı ve onlarca Fransızın bulunduğu çok sayıda başka ülke vatandaşının öldürülmesinden sorumlu olan kişiyle hesaplaştık" açıklamasını yaparken, ABD Başkanı Biden da “Adalet yerini buldu” diyor. İsrail başkonsolosluğu önünde Türkiyeli Caferiler gösteri yapıyor, "Şia-Sünni kardeştir, İsrail kalleştir" sloganları atılıyor. Caferilerin ardından sosyalistler konsolosluğun önünde İsrail’i protesto ediyor. Emperyalistlerin ve İsrail’in dümen suyundaki dinbazlarsa ortada yok. Dinbazların Suriyeli kardeşleri cihatçılarsa İdlip’te Nasrallah’ın ölümünü kutluyor.
Hizbullah, Ortadoğu’daki birçok etkin siyasi güç açısından, İsrail ve ABD saldırganlığına karşı meşru bir direniş gücü. Ülkemizdeki siyasi saflaşmanın gericilik-ilericilik kıstaslarıyla Ortadoğu anlaşılmaz. Türkiye’deki gericilik, siyasal İslamcı değil. Bu gericiliği, neo liberal vahşi kapitalist düzen ile uluslar arası emperyalist politikaları savunan dinbaz siyaseti olarak adlandırabiliriz. Siyasal İslamcılık, sosyalizmin ve kapitalizmin dışında 3’üncü bir yol olarak ortaya çıktığını iddia eden bir siyasi akımdır. 20. Yüzyılda sosyalizmden etkilenmiş, solun argümanlarını kullanmıştır. Özellikle sosyalizmin dünya çapında irtifa kaybetmesi ile dünyanın yoksul Müslüman halkları arasında güçlenmiştir. Dinbazlık(gericilik) ise doğrudan emperyalizmin politikalarının uzantısı siyasi oluşumlardır.
Siyasal İslamcılığın kapitalizmi (emperyalizmi) aşması mümkün olmayan görüşleri nedeniyle sonuçta ona hizmet edeceği genel bir doğruysa da siyaset genel doğrularla yapılmıyor. Politikası dinle ilişkili her örgütse siyaseten “hepsi birbirini aynısı” genellemesiyle değerlendirilemez. Tartıştığımız Ortadoğu politikaları kapsamında Hizbullah emperyalizmin ve siyonizmin çıkarlarına hizmet etmiyor. Tersine onların politikalarını bozan bir duruşa sahip.
Kutay Meriç
Altta FHKC'nin taziye afişi.
©Urheberrecht. Alle Rechte vorbehalten.
Wir benötigen Ihre Zustimmung zum Laden der Übersetzungen
Wir nutzen einen Drittanbieter-Service, um den Inhalt der Website zu übersetzen, der möglicherweise Daten über Ihre Aktivitäten sammelt. Bitte überprüfen Sie die Details in der Datenschutzerklärung und akzeptieren Sie den Dienst, um die Übersetzungen zu sehen.